Bugün de; Yarın tarih olacak. Tarih her zaman sıkıcı değildir.

FİKİR KENTİ - Son Durum...

30 Kasım 2007 Cuma

İLK TÜRK HAVA ŞEHİTLERİMİZ.

Foto 'lar ve Yazı : Sn. Hayati ERÖZ

Tarih labirentleri sürprizler, hoşluklar, çarpıcı gerçeklerle dolu elbette. İçine ne kadar dalar, girer hatta kaybolursanız o kadar etkileyici, sarsıcı keyiflere gark oluyorsunuz.Türk Silahlı Kuvvetleri' nin zirvesindeki bir paşadan, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Halil İbrahim Fırtına'dan geliyor. Fırtına Paşa şu cümleyle özetliyor bu tarihi gerçeği. "Şehit bir havacı uğruna şehrin ismi değiştirilmiş. Dünyada bunun bir örneği daha yok!.." Bu açıklama Fethiye'de gerçekleştirilen büyük bir törenle, Şehit Fethi Bey anıtı açılırken yapıldı. Şu anda turizm ve tatil cenneti olan Fethiye'nin adı Meğri'ydi o zamanlarda. 1914 yılında şehit düşen ilk tayyareci Şehit Fethi Bey'in ismini alması şehidimizin o bölgenin çocuğu olmasından. Yüzbaşı Fethi Bey ve Mulazım ı Evvel Sadık Bey (Yüzbaşı) Türk Havacılık Tarihi’nde “İstanbul-Kahire Hava Seyahati” veya “İstanbul-Kahire Uçuşu” olarak yer alan bu uçuş, 8 Şubat 1914 günü İstanbuldan havalanmışlardır. İstanbul dan başlayan uçuşun ilk etabı Beirut ta başarıyla sona ermiştir. Gerekli bakım ve yakıt ikmalinin ardından ikinci durak olan Damascus a ulaşılmıştır. 3 etab olan Jerusalem( Kudüs) e başlandığında Israil in deniz seviyesinin altındaki iki gölünden biri olan TİBERİAS ta ters hava akımları nedeniyle uçak düşmüş ve Yüzbaşı Fethi Bey ile Yüzbaşı Sadık Bey "İLK TÜRK HAVA ŞEHİTLERİMİZ OLMUŞLARDIR." Türk Hava Kuvvetlerinin ilk hava şehitleri olan Yüzbaşı Fethi Bey ve Yüzbaşı Sadık Bey’ in cenazeleri Şam’ a getirilmiş ve Emeviye Camisinde bulunan Selahaddin-i Eyyûbî Türbesinin yanına gömülmüşlerdir. Bu iki şehidimiz için daha sonra Tiberias Gölünün güney dogusnda anıt inşaa edilmiştir. İşte bu yaz bu bölgeyi gezme fırsatım oldu. Ana yoldan biraz uzak olan ve sadece yürüyerek ulaşabileceğiniz bu güzel yerin sizler için fotograflarını çektim.


Sn. Hayati ERÖZ 'e teşekkürlerimle.
hayatieroz@hotmail.com

Daha detaylı bilgiyi buradan alabilirsiniz...

27 Kasım 2007 Salı

Prof. Vahdettin Engin : 2. Abdülhamit Han dış politikadaki “Kırmızı Çizgileri”ni çiğnetmedi!

Marmara Üniversitesi Tarih BölümüProfesörü Vahdettin Engin:
2. Abdülhamit Han dış politikadaki “Kırmızı Çizgileri”ni çiğnetmedi!


2. Abdülhamid’in 19. asrın son çeyreğinde ve 20. asrın başlarında padişah olması tarihimiz açısından bir şanstır. İmparatorluğun ayakta kalmasının nedenidir. Onun yerinde dirayetsiz bir padişah olsaydı, Osmanlı 1870lerde yıkılabilirdi ve ondan sonra gelecek felaketleri de insan tahayyül bile edemiyor.

RÖPORTAJ: TAYFUN SALCI

2. Abdülhamid’le ilgili tek kitabınız değil bu. Abdülhamid’e verdiğiniz önemin nedeni?

2. Abdülhamid’in 19. asrın son çeyreğinde ve 20. asrın başlarında padişah olması tarihimiz açısından bir şanstır. İmparatorluğun ayakta kalmasının nedenidir. Onun yerinde dirayetsiz bir padişah olsaydı, Osmanlı 1870lerde yıkılabilirdi ve ondan sonra gelecek felaketleri de insan tahayyül bile edemiyor. Anadolu elimizde kalır mıydı, kalmaz mıydı şüpheli. O yıllardaki icraatlar çok önemli. Türkiye Cumhuriyeti bir milli mücadele yaparak kurulma şansını bulduysa, bunda Abdülhamid’in devleti ayakta tutmak için aldığı tedbirlerin payı vardır. Abdülhamid hem devlet işleriyle uğraşıyor, hem de hakkında söylenenlerin aksine hayatın o kadar içinde ki ! İstanbul’la ilgili iradelerini ele aldığım kitapta bu görülüyor. Bilinmesi ve öğretilmesi gereken şeyler bunlar.

Evet, hakkında birbiriyle bu kadar çelişen hisler beslenen pek az devlet adamı olsa gerek?

Abdülhamid’i bir devlet adamı olarak, bir de kişi olarak değerlendirmek lazım. İstibdad dönemi denir dönemine. Müstebid padişah, hatta “kızıl sultan” diye de anılır. Bunlar son derece abartılı. 2. Abdülhamid döneminde anayasalı, parlamentolu bir sistem öneren muhalif bir grup var. İstibdad iddiaları büyük ölçüde bunlardan kaynaklanıyor. Fakat o günkü dünyanın şartlarına bakmak lazım. Diğer dünya ülkeleri çok mu demokratikti? 19. yy’da İngiltere’de ve Fransa’da biraz demokrasiden söz edilebilir belki ama o da kendi insanları içindir. Mesela İngiltere geniş bir imparatorluktur ama yapılan seçimde sadece İngiliz halkı oy kullanıyor, diğer nüfusların oy hakkı yoktur, hiçbir temsilcileri de seçilemez. Osmanlı 1876’da meşrutiyet ilan ettiği zaman -ki ilan eden Abdülhamid’dir- oluşan parlamentoya seçilen milletvekillerine baktığımızda Trablusgarp mebusunu, Yemen mebusunu, Basra mebusunu görürüz.

İngiltere’deki durumun tam tersi yani?

Tabii. İmparatorluğun her yerinden hiçbir ayrımcılık yapmadan milletvekili seçilmiştir. İngiltere bunu yapmıyordu.

Fakat Abdülhamid meşrutiyet taraftarı de değildi?

Evet. İmparatorluğun yapısının bunun için uygun olmadığı düşünüyordu. Zaten çok sıkıntılı bir dönemde başa geçti. Osmanlı-Rus harbi vardı mesela. Ondan dolayı da 1878’de meclisi kapattı. İmparatorluk çok çeşitli etnik ve dini yapılardan oluşuyor, bu nedenle Abdülhamid meşrutiyetin ülkeye istikrar ve refah getirmekten çok ülkenin parçalanmasına yol açacağını düşünüyor. İlk Osmanlı meclisindeki bazı konuşmalar da bu endişesini güçlendirmiştir. Gayrı müslim milletvekillerinin çoğunun Osmanlı milletvekili gibi değil de, mensup olduğu grubun vekili gibi konuşup davranması bu kaygıları pekiştirmiştir.

Kitabınız 2. Abdülhamid’in hususi iradelerine dayanıyor. Bunların önemi nerden kaynaklanıyor?

Ben aslında Abdülhamid’in uyguladığı sistemi bir tür başkanlık sistemi olarak yorumluyorum. Abdülhamid’in binlerce hususi iradesini okudum. Kitabım da bunların üzerine kurulu. Bunlar, padişahın hangi konuda ne düşündüğünü doğrudan görmemize imkan veren belgelerdir. Her konuda yüzlerce, binlerce emri var. Bu emirleri incelediğimizde şöyle bir manzara çıkıyor: Kendi bildiği konularda direkt emir veriyor; fakat bir kimsenin her konuda uzman olması mümkün değil, dolayısıyla bilmediği konularda meselenin uzmanlar tarafından incelenmesini istiyor. Sağlıkla ilgili bir karar mı alınacak, uzman bir doktora danışılmasını, ondan sonra karar verilmesini emrediyor. Yani kararlarını geniş bir araştırmadan sonra karar veriyor. İstibdaddan ziyade, herkesin fikir açıklayabildiği ama son kararı padişahın aldığı bir sistem bu. Fakat şu var tabii: Siyasi bazı düşüncelerin seslendirilmesi gerçekten yasak, bunun da nedeni dediğim gibi meşrutiyet idaresinin devleti parçalayacağı yönündeki kaygısı. Meşrutiyet, cumhuriyet gibi bir takım kavramlar bu yasak çerçevesindedir. Bunun dışında her şey yazılıp çizilebiliyordu.

Abdülhamid’in devlet adamlığı ile kişiliğini birbirinden ayırdınız. Devlet adamlığını beğendiğinizi anlıyorum. Bu ayrımın nedeni kişiliğinde beğenmediğiniz yönler bulunması mı?

Hayır. Kişiliğinin ayrıca değerlendirilmesi lazım, çünkü orada da ilginç cepheler var. Padişahlığının ilk yıllarında İstanbul’da biraz dolaşmıştır, şehzadeliği zamanında ise Avrupa’ya gitmiş, Mısır’ı görmüştür. Yani dünyayı belli ölçüde bilen bir insandır. Ama amcası Abdülaziz’in başına gelenlerden, yani tahttan indirilmesi ve öldürülmesinden sonra, kendisi de bu işi yapanların arkasında olan devlet adamlarınca tahta getirildiği için kafasında daima şüpheler vardır. Bazı şeylerin kontrol altında tutulması gerektiğini düşünüyor. O nedenle Dolmabahçe Sarayında oturmadı, Yıldız Sarayına çekildi ve çok fazla da dışarı çıkmadı. Cuma namazı için Yıldız camiine gidiyordu, o kadar. Fakat dışarı çıkmamış olması İstanbul’daki, ülkedeki veya dünyadaki gelişmelerden habersiz olduğu anlamına gelmiyordu. Her şeyden haberdardı. Bunu da kurduğu, o jurnalcilik olarak görülen ama aslında bir istihbarat ağı olan sistemle yapıyordu.

Evhamlı olduğu söylenir?

Evet, biraz vehimlidir ama bu da anlaşılabilir. Dediğim gibi, bir kere amcasının tahttan indirilip öldürülmesine tanık olmuştur. İkincisi, padişahlığının ilk yıllarında kendisi de iki kere darbe girişmine maruz kaldı. Bunlar doğal olarak onda kendini koruma mekanizmasını geliştirdi.

Abdülhamid yalnız bir adam mı, yoksa ona bu konularda yol gösteren bir yakını var mı? İstihbarat örgütü kurmaktan, tek başına devleti yönetmeye kadar…

Sait Paşa çok sık kullandığı devlet adamlarından biridir. Zaman zaman aralarında problemler olur ama Sait Paşa’dan destek almıştır. Fakat çoğu konuda kendisi karar verir. Abdülhamid çok da zeki bir insan tabii.

İktidar olduğu koşullar çok kolay değildi herhalde?

Abdülahmid çok bunalımlı bir dönemde başa geçti. İmparatorluğu köşeye sıkıştıran ve 93 harbi olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşının çıkışından Abdülhamid sorumlu değildi. Mithat Paşa ve meşrutiyet idaresinin kötü politikaları sonucunda çıktı bu savaş. Neticesi de çok feci bir mağlubiyet oldu. Rus orduları Yeşilköy’e kadar geldi ve Ayastefanos anlaşmasını dayattılar. Bu anlaşma tam bir felaketti. Buna göre Karadeniz’den Ege denizine kadar inen bir Bulgaristan kuruldu. Rusya kontrolünde bir Bulgaristan. Gerçi Osmanlı devletinin elinde Makedonya ile Adriyatik denizine kadar uzanan bir toprak kaldı ama araya giren Bulgaristan yüzünden o toprakla bağlantısı koptu. Ayastefanos işlemeye devam etseydi birkaç sene içinde o topraklar da gidecekti. Anlaşma çok ağır bir savaş tazminatını da öngörüyordu.

Nasıl bu kadar feci bir yenilgi alındı?

Osmanlı devleti 19. yy’da Rusya’yla tek başına mücadele edemeyecek durumdaydı. O dönemde aslında birçok dünya gücü de farklı bir durumda değil. Hepsi müttefik ihtiyacı içinde. İttifak halinde davranıyorlar. Rusya’nın geleneksel bir politikası var, sıcak denizlere inmek. Balkanlardan ve Kafkaslardan yol arıyor. Mesela Kırım savaşında Osmanlı Fransa ve İngiltere’yle müttefik olarak Rusya’yla savaştı ve Rusya mağlup edildi. Fakat 93 harbinde yalnız kaldı. Sonuçta askeri gücü yetersiz olduğu için de yenildi. Bu yenilgide, savaşa mali olarak iflas ettiği bir dönemde girmesinin de etkisi var. 1875’de morotoryum ilan edilmişti. Alacaklı Avrupalı devletler Osmanlı’nın peşindeydi. Abdülaziz tahttan indirilmiş vs. Tam bir bunalım ortamıydı. Avrupa ülkeleri borçlarını ödemeyen Osmanlı’yı Rusya aracılığıyla cezalandırmış da oldular. Her şey aleyhte. Bu savaşın kaybedilmesi çok şaşırtıcı değil.

Sonuçta bu durumdan nasıl kurtulundu?

Ayastefanos cari kalsaydı, İstanbul’u korumakta da çok güçlük çekerdik. Burada Abdülhamid çok akıllı bir politika takip etti. Uluslararası ilişkilerde karşılıklı çıkarları kullandı. İngiltere en büyük sömürgesi Hindistan’a giden yolu kontrol etmek istiyordu. Kıbrıs’ı önemsiyor o nedenle. Kıbrıs’a hakim olmak istiyordu. İngiltere Kıbrıs’ın kontrolünü bize bırakın, biz de Ayastefanos’un şartlarını değiştirelim teklifini yaptı. Haziran 1877’de Kıbrıs’ın kontrolü İngiltere’ye bırakıldı, aynı yılda Ayastefanos’un hükümleri iptal edildi ve Berlin anlaşması yapıldı. Berlin anlaşması çok daha mı iyiydi? Her şeyden önce bir kere büyük Bulgaristan ortadan kaldırıldı, Osmanlı Balkanlardaki topraklarıyla bağlantısını kazandı. Nitekim 1910lara kadar Osmanlı’nın Adriyatik kıyısında toprağı vardır. Bu arada Kıbrıs Osmanlı’nın kalmaya devam etti, denetimi sadece İngiltere’ye verildi


OSMANLIYI DA PETROL YIKTI

Abdülhamid döneminde Batıyla ilişkiler nasıldı?

1878 den sonra dünya güçlerinin Osmanlı’ya bakışı değişti. O güne kadar Rusya karşısında ayakta duran bir Osmanlı isteniyordu.

Soğuk Savaş dönemindeki gibi?...

Evet. Tıpkı öyle. O tarihten itibaren Osmanlı’yı parçalamak, en iyi payı kapmak peşine düştüler. Petrol bir faktör olarak gündeme gelmişti. Petrol de büyük ölçüde Osmanlı topraklarındaydı.

Yeni petrolün başına bela olduğu ilk ülke Osmanlı’ydı?..

Tabii. 2. Abdülhamid’in özel bir politikası vardı bu konuda.. Osmanlı, Balkanlarda ve Ortadoğu’da buna direnmiş, dişe diş mücadele vermiş.


PETROL POLİTİKASI

2. Abdülhamid döneminde petrolün önemi iyice ortaya çıkmıştır. İngiltere Basra körfezine hakim olmak üzere saldırılara da başlamıştır. Hem bölgedeki bazı Arap şeyhleriyle anlaşıyor, hem de askeri güç kullanıyor. Abdülhamid buna karşı Almanları devreye sokarak bir rekabet oluşturmuştur. Petrol bölgelerinin bir takım savaşlar sonunda elinden çıkabileceğini düşünerek buraları hazineyi hassanın malı, yani kendi şahsi malı yapmıştır. Savaşla elden çıkan topraklar üzerindeki şahsi haklar devam eder. Nitekim 1920li ve 30lu yıllarda hanedan üyeleri bunun mücadelesini verdi. Varisleri, buraların kendi dedelerine ait olduğunu iddia ederek mahkemelere başvurdular. Aslında bu üzerinde araştırma yapılması gereken bir konu. Çünkü sanıyorum İttihatçılar, Abdülhamid’i devirdikten sonra buraları devletleştirdi, Vahdettin ise yeniden hazineyi hassaya aldı. Bunun üzerinde durulması lazım. Bildiğime göre Cumhuriyet hükümeti de 1930lu yıllarda Abdülhamid’in varisleriyle paralel hareket etti.

BATI’NIN SİHİRLİ PARÇALAMA FORMÜLÜ

Misyonerler gayrı Müslim teba arasında bir propaganda mekanizması geliştiriyorlar, Ortodoks ve Gregoryenleri Katolik ve Protestan yapıyorlar. Sonra da belli devletler “bunlar benim dinimdendir” diyerek himaye hakkı talep ediyorlar. Konsoloslar da bu azınlıklar üzerinde propaganda çalışması yapıyorlar. O dönemde bunları engellemek mümkün değil. Abdülhamid ancak onları izlettirmek suretiyle zararlı faaliyetlerini önlemeye çalışmıştır. Bunun neticesinde giderek isyana etmeye hazır roplumlar oluşturuluyor. Dış güçler de bunu kışkırtınca, isyan başlıyor. Osmanlı isyanlara karşı askeri güç kullanmaya mecbur kalıyor, bu defa müdahalede bulunup bölgede ıslahat yapın, şu şu tedbirleri alın diyorlar. Osmanlı direniyor veya direnemiyor, şartlara göre. Islahatı takiben de muhtariyet, yani özerklik talebi geliyor. Onun sonraki aşaması da bağımsızlıktır. Batının Osmanlıyı parçalamaktaki sihirli formülü buydu. Islahat, muhtariyet, bağımsızlık.

ABDÜLHAMİT DENGE SİYASETİ İZLEDİ

2. Abdülhamid o dönemde uluslararası politikada tek bir ülkeye bağlı kalmayarak hepsini dengede tutacak bir politika uyguluyor. Daha çok tabii Almanya’yı kendi yanına çekmiştir, konjoktör onu gerektiriyordu. Ama bütün devletlerin Osmanlı’yı yıkmaya çalıştığı o ortamda Abdülhmid, onların arasındaki rekabeti her zaman körükledi. Dolayısıyla hiçbir zaman hepsinin bir arada Osmanlı’ya saldırmaları mümkün olmadı. Mesela İngiltere Ermenileri desteklerken, Almanya Osmanlı lehine tutum alıyordu. Bu açıdan Abdülhamid başarılı olmuştur.


HAMİDİYE ALAYLARI

Hamidiye Alayları neydi?

Ermeniler doğu Anadolu’da nüfus çoğunluğu ele geçirmek için teröre başvurarak katliama giriştiler, bölgenin yapısı gereği de çoğunlukla Kürtlere yönelikti bu saldırılar. Abdülhamid Osmanlı güvenlik güçlerini kullanmanın yanı sıra, bölge halkını da silahlandırdı.

Bugünkü korucu sitemi gibi mi?

Korucu sistemi tamamen oradan örnek alınmıştır. Abdülhamid bölge halkını kullandı, çünkü zaten saldırıya uğrayan onlar. Güvenlik güçleri yetmiyor, çünkü saldırı yapanlar da birkaç çeteden ibaret değil; Ermeni halk silahlandırılmış durumda. Yani geniş çaplı saldırılar söz konusu. O nedenle saldırıya uğrayanların en azından kendilerini savunabilmeleri gereki

EN ZENGİN ŞEHZADE

Abdülhamid para kazanmanın yollarını bilir ama israfı sevmezdi, tutumlu bir insandı. Şehzadeliği döneminde aldığı maaşını iyi kullanmıştır. Başka şehzadeler lüks hayatlar sürdüklerinden, maaşları yetmez, sürekli borçlanırlardı. Abdülhamid ise devletin verdiği maaşla geçindiği gibi, para da kazanıyordu. Ticaretle uğraşıyor, borsada oynuyordu. Bu konuda danıştığı uzmanlar da vardır. Mesela padişah olduktan sonra da hazine-i hassa’nın başına bir Ermeniyi, Mikhail Portakalyan’ı getirmiştir. Padişahlığındaki ekonomi politikasına da yansıdı bu. İflas etmiş bir ülke devralmıştı. Osmanlı 1875de borçlarını ödeyemeyeceğini dünyaya ilan etmişti. Abdülhamid bu ortamda alacaklı ülkelerle müzakereye oturdu. Bu borcu ödeyemeyeceğimiz kesin, dedi. “Siz bunda ısrarcı olursanız, genel bir felaket olacak”. Çünkü alacaklı ülkelerin verdikleri borçlar da, halkların bankalardaki mevduatlarından oluşuyordu. Bunun üzerine Osmanlı borçlarının %50si silindi. Duyun-u Umumiye idaresi kuruldu ve bazı Osmanlı gelirlerinin doğrudan bu idareye gidip oradan borçların ödenmesi uygulaması başladı. Tabii borcun yarısı silinince, meblağ ödenebilir bir hal aldı. Abdülhamid o ortamda hanedan üyelerinin maaşlarını yarıya indirdi. Bu sembolik bir jestti ama önemliydi. Topluma mesajdı.

FİLİSTİN “KIRMIZI ÇİZGİ”YDİ.

Yahudiler 2. Abdülhamid’den Filistin’i satın almak istediler mi?

O dönemde başta Rusya ve Romanya olmak üzere birçok ülkede Yahudiler saldırıya uğramaya başladılar. Bu durumda kalan birçok Yahudi yaşadıkları yerleri terk etti ve bir bakıma ortada kaldı. Yahudi liderler Abdülhamid’e Filistin’den toprak satması, bunun karşılığında Osmanlı borçlarının ödenmesi yönünde teklifler getirdiler. Adülhamid buna asla yanaşmadı ve Filistin’e Yahudi göçü konusunda sıkı bir biçimde kontrol kurdu. Abdülhamid’in uluslararası politikada bazı kırmızı çizgileri vardı. Filistin bunlardan biriydi. Yahudi yerleşimine tamamen karşıydı. Kendi döneminde bunu başarmıştır da.

Abdülhamid’in bazı kırmızı çizgileri İttihat ve Terakki döneminde pembeleşti mi?

Aşağı yukarı öyle. Abdülahmid’in Filistin’deki tutumu, İttihatçıların döneminde gevşedi, bunu biliyoruz. Bir başka kırmızı çizgi doğu Anadolu idi: Doğu Anadolu’da her ne olursa olsun bir Ermenistan kurulmazdı. Nitekim kesin olarak başarmıştır bunu Abdülhamid. Bir diğeri kutsal topraklarla ilgilidir. Kutsal topraklar yabancıların eline geçmemelidir, diyordu. Nitekim İngilizler Yemen’e kadar geldiler, ama onlarla muazzam bir mücadele yapıldı. İçeri girmelerine engel olundu. Ki İngiltere, 19. yy’ın süper gücüydü, bugünkü ABD’den daha güçlüydü.

ABD ÇOK İSTEDİ AMA BÜYÜKELÇİLİK AÇAMADI

O dönemin güçü devletlerine düveli muazzama deniyordu. Bunlar İngiltere, Fransa, Avusturya-Macaristan, Almanya, İtalya, Rusya ve Osmanlı’ydı. ABD daha geri plandaydı. Bu ülkeler büyükelçi teati ederlerdi. Mesela İstanbul’da hepsinin büyük elçiliği vardı. ABD de buradaki elçiliğini büyükelçiliğe yükselterek bu düveli muazzama arasına girmek istiyor. 2. Abdülhamid buna sürekli engelledi. Eğer ABD büyükelçilik açarsa, uğraşacağımız devletlerin sayısı artar, diye düşünüyordu. Bunda başarılı da oldu.


BASINI MAAŞA BAĞLAMIŞTI

Abdülhamid’in basınla ilişkileri iyi. İki bakımdan. Hem önemli yerli ve yabancı gazetecileri sofrasına davet eder, kendi düşüncelerini aktarıp yazılmasını sağlardı; hem de özellikle yabancı gazetecilere maddi menfaat temin edip Osmanlı lehinde yazılar yazdırırdı. Çok sayıda Avrupalı gazetecinin Osmanlı devletinden para aldığını biliyoruz.


TARİHİMİZDE KARA SAYFA YOK

Osmanlı toplumunun yapısını ve devletinin zihniyetini gösteren bir belge buldum arşivde. 1857’de. Şöyle diyor: Yük beygirlerinin haftada bir gün tatilleri var. Cuma günleri çalıştırılmaları yasak. 1857’de bir takım suistimaller olmuş ki bu konuda, devlet bir hatırlatma ihtiyacı hissetmiş. Diyor ki “Öteden beri yük beygirlerinin haftanın bir günü tatil yapmaları adet olduğu halde, bazı kimseler son zamanlarda bu kurala uymuyorlar” . buradan ne anlıyoruz? Yüzyıllardan beri Osmanlı’da yük hayvanlarının haftada bir gün dinlenme hakları var. Halbuki 19. yy’da Avrupa’da insanlar günde 16 saat çalışıyor, madenlerde ölüyorlardı! Osmanlı hayvanlarla ilgili şu tedbiri geliştirdi: İzin günlerinde bu hayvanlara sahipleri de binmesin diye, semerlerinin çivili olmasına karar verildi. Yani bizim tarihimizde kara sayfa yok. Hayvanlara böyle bakan bir toplumun, bir devletin insanlara bakış açısı da çok farklı olur.


19 Kasım 2007 Pazartesi

OSMANLI İMPARATORLUĞU'NUN YERiNE KURULAN ÜLKELER

Avrupa:
1.Türkiye
2.Bulgaristan (545 yil)
3.Yunanistan (400 yil)
4.Sirbistan (539 yil)
5.Karadag (539 yil)
6.Bosna-Hersek (539 yil)
7.Hirvatistan (539 yil)
8.Makedonya (539 yil)
9.Slovenya (250 yil)
10.Romanya (490 yil)
11.Slovakya (20 yil) Osmanli adi:Uyvar
12.Macaristan (160 yil)
13.Moldova (490 yil)
14.Ukrayna (308 yil)
15.Azerbaycan (25 yil)
16.Gurcistan (400 yil)
17.Ermenistan (20 yil)
18.Guney Kibris (293 yil)
19.Kuzey Kibris (293 yil)
20.Rusya'nin guney topraklari (291 yil)
21.Polonya (25 yil)-himaye- Osmanli adi: Lehistan
22.Italya 'nin guneydogu kiyilari (20 yil)
23.Arnavutluk (435 yil)
24.Belarus (25 yil) -himaye-
25.Litvanya (25 yil)-himaye-
26.Letonya (25 yil) -himaye-
27.Kosova (539 yil)
28.Voyvodina (166 yil) Osmanli adi: Banat Asya
Asya
29.Irak (402 yil)
30.Suriye (402 yil)
31.Israil (402 yil)
32.Filistin (402 yil)
33.Urdun (402 yil)
34.Suudi Arabistan (399 yil)
35.Yemen (401 yil)
36.Umman (400 yil)
37.BirlesIk Arap Emirlikleri (400 yil)
38.Katar (400 yil)
39.Bahreyn (400 yil)
40.Kuveyt (381 yil)
41.Iranin bati topraklari (30 yil)
42.Lubnan (402 yil)

Afrika

43.Misir (397 yil)
44.Libya (394 yil) Osmanli adi:Trablusgarp
45.Tunus (308 yil)
46.Cezayir (313 yil)
47.Sudan (397 yil) Osmanli adi: Nubye
48.Eritre (350 yil) Osmanli adi: Habes
49.Cibuti (350 yil)
50.Somali (350 yil) Osmanli adi: Zeyla
51.Kenya sahilleri (350 yil)
52.Tanzanya sahilleri (250 yil)
53.Cad'in kuzey bolgeleri (313 yil) Osmanli adi: Resade
54.Nijer'in bir kismi (300 yil) Osmanli adi: Kavar
55.Mozambik' in kuzey topraklari (150 yil)
56.Fas (50 yil) -himaye-
57.Bati Sahra (50 yil) -himaye-
58.Moritanya (50 yil) -himaye-
59.Mali (300 yil) Osmanli adi: Gat kazasi
60.Senegal (300 yil)
61.Gambiya (300 yil)
62.Gine Bissau (300 yil)
63.Gine (300 yil)
64.Etiyopya' nin bir kismi (350 yil) Osmanli adi: Habeş

(Sn. Dr. Ahmet Çetinbudaklar'dan alınmıştır)
www.kriter.org

16 Kasım 2007 Cuma

Osmanlı Arması


Osmanlı armasının anlamı nedir?

Arma kimliği anlatan, bir işarettir. Resimler, harfler ve şekillerden oluşur. Bir devleti, hanedanı ya da şehri anlatır. Devletlerin insanları tarafından benimsenen armaları vardır.
Osmanlı armasının üzerindeki sembolleri en tepeden başlayarak şöyle sıralayabiliriz:
En tepede bir güneş şekli ve onu çevreleyen güneş ışıkları vardır. Güneş şeklinin ortasında armanın ait olduğu dönemin hükümdarlarının tuğrası yer almakta. Onun altındaki yukarıya açık hilalin üzerinde Arapça "Osmanlı devletinin hükümdarı olan … han, ALLAH( c.c)'ın Muaffak kılması ve yardımına dayanır ve öylece hüküm sürer." anlamına gelen bir söz yazılı.
Onun altında, armanın tam göbeğine gelecek şekilde aynalıklı kalkan motifi var. Bu kalkanın çevresinde yıldızlar bulunuyor. Bu yıldızların sayısı çok zaman 12 adet ile sınırlandırılmış olup 12 burcu temsil eder. Böylece Osmanlı, kâinatın merkezine yerleştirilmiş olur.
Kalkanın hemen üzerinde de devletin kurucusu Osman Gazi'yi temsil eden bir sorguç vardır ki Osmanlıların köklerine ne kadar bağlı olduğunu anlatır.
Kalkanın sağ yanında Osmanlı sancağı yer alır. Renkli armalarla kırmızı ile gösterilir. Onun karşısında ise hilafet sancağı bulunur. Hilafet sancağının rengi aslında siyah iken, arma üzerinde hemen daima yeşil renkte gösterilmiş ve bazen üzerinde üç hilal kondurulmuştur.
Merkezdeki kalkandan Osmanlı sancağı yönüne doğru uzanan şekiller ise şöyle sıralanmaktadır:
Sancağın üzerinde bir ok var. Sancak alemini altında baltacıklar ocağının kullandığı tek taraflı bir çift yüzlü teberler (balta) bulunur. Sonra mızrak ve altında el sperlikli tören kılıcı vardır. Sonra ağızdan dolma bir top ve altında savaş kılıcı yer alır. Hemen altında bozdoğan (gürz) görülür. Top ile bozdoğanı sancaktan ayıran boynuzdan yapılan boru ise savaş ilanını ve sonra da mehterhaneyi temsil eder.
Armanın sol yanında, yani hilafet sancağı yönünde uzanan semboller yine yukarıdan aşağıya şöyle sıralanırlar:
Sancak aleminin altında süngü takılmış bir tüfek, altında tek yüzlü teber (balta), sonra toplu tabanca ve topuz başlı asa mevcuttur. Asanın şeşper (savaş araçlarından altı dilimli topuz) topuzu kenarına asılı olan terazi adaleti temsil eder. Terazinin kitap şekilleri üzerine oturtulmuş olup bu kitaplardan üstteki Kuran-ı Kerim, alttaki ise diğer hukuk metinleri yerine geçen kanun kitabıdır.

Hilafet sancağının altındaki çiçek şekilleri Osmanlı'nın estetik yönünü gösterir. Buket arasında ki güller hilafet sancağı üzerinde manevi ilhamlar sebebiyle bulundurulur. Buketin hemen altında bir çapa (gemi demiri) yer alır ki denizciliğin sembolüdür.

Arma göbeğindeki kalkanın hemen alt yanın da dik duran bir borazan mızıka takımını; onun altında çaprazlama duran tirkeş (ok kuburu, sadak) ile meşale de gece donanmalarını ve ok müsabakalarını hatırlatır.
Armanın alt tarafını boydan boya süsleyen inci defne yaprakları, çiçek motifleri arasından beş tane madalya sarkar. Bu madalyaların isimleri şöyledir: İmtiyaz nişanı, Mecidi nişanı, İftihar nişanı, Osmanlı nişanı ve Şefkat nişanı.

13 Kasım 2007 Salı

Nuri Demirağ : İlk Uçak Fabrikamızı kurup üretime geçti ama...

Nuri Demirağ ismini pek hatırlayan çıkmaz.

Halbuki Türkiye’nin dört yanına
demiryolu hattı inşa ettiği için Atatürk kendisine ‘Demirağ’ soyadını verdi. Demiryollarından hızını alamayan Demirağ, ilk uçak fabrikamızı kurup üretime geçti; ancak İnönü’nün gazabına uğradı. Böylece Türkiye kendi içinden bir ‘Boeing’ çıkarma şansını kaybetti.

Yeşilköy Hava Limanı’nın bir bölümü özel uçaklarla doludur. Ülkede nam salmış bütün işadamlarının tercihen Chessna tipi uçakları ortalıkta arz-ı endam eder. Gövdelerinde de uçağı satın alan hatırı sayılır işadamlarının isimleri yazılıdır. Ne var ki bu jetlerin hiçbiri, uçağı kullanan işadamlarının kendi fabrikalarında, kendi teknisyenleri ile sıfırdan imal edilmedi.

Yani kendi uçağına binen işadamı yok piyasada. Bunu hayata geçirmek bir tek Nuri Demirağ’a nasip olmuş. Olmuş olmasına ancak onun da başına uçak imalatına başladıktan sonra gelmeyen kalmamış. Cumhuriyet ilk yıllarında yaptığı demiryolları ile yıldızı parlayan ve rotayı uçak imalatına çevirince işleri ters giden Nuri Demirağ’ın hayatı yakın tarihimizin en çarpıcı biyografilerinden birini barındırıyor. Cumhuriyet tarihinde birçok ilke imza atmış Demirağ hakkında kaleme alınmış eser neredeyse yok gibidir. Bu vefasızlığı bir nebze olsun gidermek yine Sivaslı bir hemşehrisi; Dr. Fatih Dervişoğlu’na nasip oldu. Ötüken Yayınları’ndan çıkan Dervişoğlu imzalı ‘Türkiye’nin Havacılık Efsanesi: Nuri Demirağ’ adlı kitap geçtiğimiz günlerde raflarda yerini aldı. Demirağ’ın yaşadığı döneme ait gazete arşivlerini ve yazılı kaynakları tarayan yazar aynı zamanda Demirağ ailesinin yaşayan fertleri ile de görüşmeyi ihmal etmemiş. Ortaya çıkan eser, yakın tarihimizde birçok hayati projenin altına imza atmış bir portrenin üstündeki perdeyi kaldırması açısından bir nimet olarak kabul edilebileceği gibi ‘uçak imalatı’ türünden ciddi stratejik önemi haiz hamlelerin ‘neden akim kaldığı’ yönündeki soru işaretlerine bir nebze de olsa açıklık getirmesi açısından önemli. İşte bu yüzden Dr. Fatih Dervişoğlu’nun çalışmasının Adnan Nur Baykal’ın kitaba yazdığı sunuşundaki giriş bile Demirağ hakkında bir kaynak derlemenin önemini anlatmaya yetiyor: “Nuri Demirağ adını belki duymuşsunuzdur. Ancak neler yaptığını bilmemeniz doğaldır. Torunu olarak ben bile, ölümünün üzerinden 50 yıl geçmesine rağmen izini sürmekte zorlanıyorum.” Önüne dönemin hükümetinin takoz koymaması halinde bugün ‘Boeing’ ayarında dünya devleri ile boy ölçüşen bir uçak şirketi sahibi olabilecekken şimdi hakkında bilgi kırıntılarına ulaşmakta bile zorlanıyoruz.

Gelelim Nuri Demirağ’ın hikâyesine; Nuri Bey 1886 yılı Sivas doğumlu. Babasını küçük yaşta kaybetmesinden dolayı iş hayatına 17 yaşındayken atılarak Ziraat Bankası’nda memur olarak göreve başlamış. Ardından maliye şubeleri müfettişi olarak memurluk hayatına devam eden Demirağ’ın hayatı ticarete atılıp ‘Türk Zaferi’ adlı sigara kâğıdı üretimine geçmesiyle birdenbire değişmiş. Sigara kâğıdı işinden üç buçuk senede hatırı sayılır bir servet edinmiş. Ancak ticari hayatındaki büyük sıçramayı Samsun-Sivas demiryolu hattının ihalesini almasıyla gerçekleştirmiş. Bu başarısı ona Samsun-Erzurum, Sivas-Erzurum, Afyon-Dinar arasındaki demiryolu hatlarının da yapımını kazandırmış ki bu sebepten dolayı Soyadı Kanunu’nun çıkmasıyla birlikte Atatürk, Nuri Bey’e ‘Demirağ’ soyadını bizzat kendisi uygun görmüş.

Sonunu getiren uçak imalatı meselesi ise Türk Teyyare Cemiyeti’nin Reisi Cevat Abbas’ın uçak almak için halktan bağış kampanyası açmasıyla başlamış. 1935 yılında 10 bin lira bağışta bulunarak hava savunmasının önemine dikkat çeken Atatürk’ü, 5 bin lira ile Ankara’nın en zengin işadamı Vehbi Koç izlemiş. Kardeşi Naci Demirağ’ın katkısı 120 bin lira olurken Nuri Bey’in kampanyaya tepkisi şöyle olmuş: “Mademki bir millet teyyaresiz yaşayamaz, öyleyse bu yaşama vasıtasını başkalarının lütfünden beklememeliyiz. Ben bu açık fabrikasını yapmaya talibim.” Bu arada Nuri Demirağ’ın aynı yıllarda devletin 212 milyonluk devlet bütçesine mukabil 11 milyonluk şahsi serveti ile Türkiye’nin en zengin işadamı olduğunu hatırlatmakta fayda var.

Hem yolcu hem bombardıman uçağı

Böylelikle Almanya, Çekoslovakya ve İngiltere’deki uçak fabrikalarını mühendisleri ile birlikte gezmek üzere yola koyulmuş. 1936’da bir Çekoslovak firması ile anlaşarak Beşiktaş’ta proje atölyesini kurmuş. İş büyüdükçe, atölyeler yetmeyerek uçakların testleri için bir piste ihtiyaç hasıl olmuş ve bunun Yeşilköy’de bugün Atatürk Hava Limanı olarak kullanılan Elmas Paşa Çiftliği satın alınmış. Burada geleceğin pilotlarının yetişmesi için Nuri Demirağ Gök Okulu, uçak tamir atölyesi ve hangarlar inşa edilmiş. Tarihin garip cilvesi Yeşilköy’deki Gök Okulu’nun ilk öğrencileri arasında zamanın cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün oğulları Ömer ve Erdal İnönü de var. Ancak her ne oldu ise bir hafta sonra İnönü kardeşler okulu terk etmiş.

Türk Hava Kurumu (THK) Nuri Demirağ’a 10 adet eğitim uçağı ile 65 adet planör siparişi vermiş. Demirağ ve ekibi, bir yandan bu siparişleri yetiştirirken, bir yandan da Nu.D.38 ismi verilen altı kişilik, çift motorlu ve gövdesi alüminyum kaplı yeni bir model geliştirmiş. Demirağ’ın bu başarısı, Türkiye’de olduğu kadar yurtdışında da büyük yankılar uyandırmış. Son teknoloji ile donatılan ‘Nu.D.38’in yapılması, dünya uçak sanayicilerinin dikkatini ilk uçak fabrikamızın üzerine çekmiş doğal olarak. Ve çok geçmeden dünya havacılığında A sınıfı yolcu uçağı kategorisine alınmış. Ayrıca yolcu uçağı olarak tasarlanan ‘Nu.D.38’, savaşta mükemmel bir bombardıman uçağı olarak hizmet verebilmesi meselenin farklı bir boyutu. İlginç olan hiçbir zaman Demirağ’ın bu uçağının THK tarafından kabul görmemiş olması. Bu uçağın Türkiye içinde ve hatta yurtdışı seferleri yapıyor olması bile anlaşılan THK’nın fikrini değiştirmeye yetmemiş. Verilen siparişlerin iptali ve THK ile yıllarca süren mahkemeleri sonucu Demirağ, fabrikayı kapatmak zorunda kalmış.

Böylelikle daha sinemanın esamisinin okunmadığı 1930’larda ülkenin dört bir yanındaki salonlarda uçaklarının tanıtımını yapan Demirağ’ın havacılık serüveni THK ve devrin Milli Şefi İsmet İnönü’nün gayretleri ile son bulmuş. Hikâyenin geri kalan kısmında da İnönü’ye kafa tutmak isteyen Demirağ’ın Türkiye’de ilk muhalefet partisi Milli Kalkınma Partisi’ni kurması var. Demirağ’ın havacılık serüveninde devrin kudretli ismi İnönü’nün takoz koyduğunu ve dolayısıyla uçak sanayimizi baltaladığını söylemek yanlış olmaz; ancak eksik bir bilgidir. İşin aslı Demirağ, o dönemin tek mağduru da değildir. Nuri Demirağ, Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Killigil’in de yakın arkadaşı. Nuri Killigil Paşa ise Türkiye’nin ilk silah ve patlayıcı imal eden fabrikatörüydü. Ordunun bazı siparişlerini üstlenen Paşa’nın Sütlüce’deki fabrikası -Nuri Demirağ’ın uçak imalatı serüveni ile tarih benzerliğine dikkat- 1949 yılında esrarengiz şekilde infilak etti. Nuri Paşa’nın cesedi bile bulunamadı. Nuri Paşa’nın İsrail’le savaş halinde olan Mısır’dan yüklüce bir cephane siparişi aldığı için fabrikasının sabotaj sonucu infilak ettiği iddia edildi. h.yilmaz@zaman.com.tr

Kaynak : ZamanPazar

Daha Geniş Bilgi için : www.nuridemirag.com

Bu konu ile ilgili bir yazı :
Dr.Muhittin Şimşek : Endüstrileşmemizin engelleri ve Demirağ olayı
Devamı için >>>

12 Kasım 2007 Pazartesi

YEMEN : Osmanlı İmparatorluğunun Son Vilayeti

YEMEN - Osmanlı İmparatorluğunun Son Vilayeti

Osmanlı Devleti, onbinlerce vatan evladına mezar olan Yemen meselesini halletmek için devletin egemenlik hakkı saklı kalmak kaydıyla, orada özel bir yönetim kurulması kararını almıştı. Uzun süren görüşmelerden sonra 11 Ekim 1911 tarihinde imzalanan antlaşmayla, 400 yıldır akan kan durmuş, aynı zamanda Trablusgarb ve I. Dünya Savaşları ile Kurtuluş Savaşı süresince, hep dost olan güvenilir bir müttefik kazanmıştır.

Ancak, 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan, Mondros Ateşkes Antlaşması’nın 16. Maddesine göre, Yemen ve Asir’deki Osmanlı kuvvetlerinin en yakın İtilaf devletleri garnizonlarına teslim olmaları gerekiyordu. Yemen Valisi Mahmud Nedim Bey ise, merkezi hükümetten resmen emir almadıkça İtilaf ordularına teslim olmaktan kaçınıyordu. Aynı görüşü paylaşan İmam Yahya da, İstanbul’dan özel bir memurun gönderilmesini şart koşuyordu. Bunun için Mütareke hükümlerini kendilerine bildirmek üzere yüzbaşı Ömer Subhi Bey gönderildi. Ancak Subhi Bey’in de gelmesi durumu değiştirmemiş, Mahmud Nedim Bey, zaman kazanmak için olsa gerek, bu kere Dahiliye Nezaretinden kesin bir emir gelmedikçe teslim olmayacağını ilgili makamlara bildirdi.

Yemen İmamı Yahya bin Hamideddin de, Yemen’in İtilaf devletleri tarafından işgaline razı olmadığı gibi,Osmanlı birliklerinin kesinlikle teslim olmasını istemiyordu. Birinci Dünya Savaşı sırasında gerek hükümet ve gerekse ordu nezdinde, siyaseten ve maddeten çok büyük yardımlarda bulunmuştu. Bu süre içinde hiç bir yabancı devlet veya Osmanlı Devleti’ne düşman bir devletle münasebete geçmedi. İmam Yahya, yabancılar tarafından yapılan her türlü teklifi reddetti. O, ordunun ve idarecilerin İngilizler’e teslim olmasıyla, memleket için doğacak büyük mahzurlar ve vahim sonuçlara dikkat çekiyordu. Onlara, teslim olmaları durumunda meydana gelebilecek her türlü sorumluluğu üzerine alarak, durumu vilayet makamı ve ordu kumandanlığı ile tüm yerleşim birimlerine tebliğ etti. O, tek bir neferin bile Yemen’den ayrılmaması taraftarıydı.

Ayrıca Osmanlı Devleti ile yapmış olduğu antlaşmaya dayanarak, tüm yabancı devletler ve bilhassa İngiltere hükümetine sert protestolar gönderdi. Yemen’in her türlü müdahale ve yabancı saldırılardan korunması için mahalli gelirlerin tümüyle ordu ve mülki memurlara harcanacağı beyan edip, teminat verdi. O, teslim olma konusundaki itirazı için, sarf edilen çabalardan yegane maksadının, Osmanlı ordusunun ve Osmanlı idaresinin eskiden olduğu gibi Yemen’de devam edip, Osmanlı kimliğinden ayrılmama olduğunu söylüyordu .

Yemen’in bir başka yüzü de, burada görev yapan askeri ve sivil memurlardı. Neredeyse 40 aydır maaş alamayan bu insanlar, büyük bir yokluk ve sefalet içindeydiler. İmam Yahya dahi , son derece sıkıntı içinde olan bu memur ve ailelerine geçinebilecekleri ölçüde para ve hububat yardımında bulunmuştu. Bu durumu defalarca dile getirmiş olan Yemen Valisi Mahmud Nedim Bey, hükümete başvurarak, Yemen'de bulunan komutan ve subaylarla, bunların ailelerinin hak ettikleri maaşların hiç olmazsa bir kısmının ödenmesini talep etti. Üstelik, Yemen'deki tüm idari teşkilat görevlerine fiilen devam ediyordu. Bu gelişme üzerine, 18 Nisan 1922 tarihinde toplanan Meclis-i Vükela, Hariciye Nezaretinin yazısını da gündemine aldı. Yapılan görüşme sonucunda, Osmanlı Hükümeti ile İtilaf devletleri arasında kesinlik ve geçerlik kazanmış bir antlaşma mevcut olmamasına ve hukuken Osmanlı Devleti'nin hiçbir parçasının terk edilmiş ve ayrılmış sayılamayacağına göre, her türlü maddi ve manevi bağlarını korumakta olan Yemen'in, Osmanlı Devleti'nden ayrılmış sayılmasının caiz olamayacağı, bu nedenle Yemen'de bulunup da, Mondros Mütarekesi'nden sonra üstlerinin izniyle orada kalan komutan ve subaylarla, askeri memurların maaşlarının derhal ödenmesi için Harbiye Nezaretinden gelen yazı üzerine, gerekli işlemin derhal başlatılması konusunda Maliye Nezaretine talimat verilmesini karar altına aldı.

İmam Yahya’nın, bu konudaki tüm gayret ve uğraşıları, Osmanlı kuvvetlerine verilen teminat ve defalarca yaptığı açıklamalar, hiç bir zaman kabul görmemiştir. Dört sene içinde, Osmanlı ordusu ve yerli gönüllüler tarafından elde elde edilen büyük zaferler, âdeta yok sayılarak harp malzemesi ve cephanenin büyük kısmının depolandığı Lühec bölgesi kuvvetleri, tüm mühimmatıyla birlikte İngilizler’e teslim olmuştur. Bu gelişme üzerine, derhal tertibat alan İmam yeni kuvvetler toplayarak, cephe almış ve bunda da başarı sağlamıştır. Durum bu merkez iken,İmamın teslim olma konusundaki tüm uyarılarına rağmen, ordunun bazı komutan, asker ve memurları İngilizler’e teslim olmaya karar vermiştir. İmam Yahya, almış olduğu tedbir ve kararlarla Yemen’in Osmanlı Devleti’nden ayrılmasını kabul etmeyerek, devlete olan samimiyet ve bağlılığını ispat etmiştir.

Türkiye ile bağlarını hiç bir zaman koparmamış olan dost ve kardeş Yemen’le olan sıcak ve samimi ilişkilerimiz, tarihten gelen bir süreçle almış olduğumuz güçle sonsuza dek devam edecektir.

10 Kasım 2007 Cumartesi

Tarih Boyunca Türkler 'in Soyağacı

Tarih Boyunca Türk Kavimlerini anlatan soy ağacı resmi. Arşivinizde bulunsun.
Büyük olarak görmek için resme tıklayınız.

(İnternetten_ald.)

9 Kasım 2007 Cuma

ABD Bombardımanı : Tokyo 100 Bin Ölü...

Tokyo Soykırımı, 3 Mart 1945
(Tokyo bombardımanı)

ABD'nin Japonya 'ya karşı kullandığı Atom bombalarından başka bir saldırısıdır. Tokyo'ya yaptığı bir gece saldırısında yakarak öldürdügü 100.000 kisinin fotografları ve hikayesi.



Hiroshima ve Nagasaki'de dünyanın en görkemli soykırımlarını yapan Amerika'nin bunlardan aylar önceki Tokyo hava saldırısını da biliyor muydunuz ? Bu olay, yüzyıllardır Kızılderililer, Buffalolar, Japonlar, Vietnamlılar, Afganlar, Iraklılar ve daha nice bilinmeyen canlı topluluklarına yaptığı soykırımlarıyla da dünya lideri olan Amerika'nin ortaya çıkmayan kirli çamaşırlarından sadece biridir.

Aşağıdaki linkte, Tokyo bombardımanı'ni ayrıntılarıyla anlatan Japonca bir sitenin tercümesini bulacaksınız.

Okumak için tıklayın.
http://people.sabanciuniv.edu/ficici/


4 Kasım 2007 Pazar

SOYKIRIM YALANI : Ya onların yaptıkları.

Soykirim yalani
M. Necati Ozfatura

Ermenilerin bir kismi mecburi olarak Osmanlinin baska topraklarina gonderilmistir. Elbette aralarinda hastalik, eskiya saldirilari gibi cesitli sebeblerle olenler de olmustur. Ama asla Ermenilere soykirim yapilmamistir. Kaldiki o tarihte Osmanli topraklarinda Ermenilerin sayisi en fazla 1.3 milyon idi. Oysa 20. asir bazi tarihcilere gore Bati'nin yaptigi soykirim ve katliamlar asridir. Bati kendi asagilik ve sucluluk kompleksini tatmin icin olmayan sozde Ermeni soykirimini 1974 Kibris harekatindan sonra gundeme getirirken kendisinin icra ettikleri soykirimlari unutturmak stratejisini tatbik etmektedir. Bati'nin ve digerlerinin soykirimlari ciltlere sigmaz. Bir kacini ozet olarak arz etmek gerekirse :


Surgun edilen ve oldurulen Muslumanlar

Bolge Surgun edilenler % Oldurulenler % Kalanlar %
Guney Yunanistan 10,000 29 25,000 71 0 0
Bulgaristan1877- 78 568,000 38 262,000 17 672,000 45
Bosna 1875- 78 245,000 35

449,000 65
Balkan Savaslari 1912- 13 813,000 35 632,000 27 870,000 38
Kirim 1772 100,000




Guney Kafkasya 1827- 29 26,000




Kirim 1854- 60 225,000
75,000


Kafkasya 1864- 67 800,000
400,000


Guney Kafkasya 1877- 78 70,000




Anadolu

2,736,000 19 11,619,000 81
Guney Kafkasya 1914- 20 273,000
410,000



Son donemde yapilan bazi buyuk katliamlara gelince:

Yonetici Devlet Yillar Mülteci Olu Kayip
Joseph Stalin Rusya 1934-39 13,000,000 15,000,000
Adolf Hitler Almanya 1939-45 12,000,000 2,000,000
Mao Tze Dong Cin 1966-69 11,000,000 + 10,000,000
Ispanyol-Kasifler ABD 1492-1800 7,000,000 972,000
Hideki Tojo Japonya 1941-44 5,000,000

Pol Pot Kambocya 1975-79 1,700,000

Kim II Sung K.Kore 1948-1994 1,600,000

Menghitsu Etiyopya 1975-78 1,500,000

De Gaulle Cezayir 1954-62 1,000,000

Yakubu Gowon Biafra 1967-70 1,000,000

Leonid Brejnev Afganistan 1979-82 900,000

Jaan Kamb. Ruanda 1994 800,000

Ingiliz Kralligi Avustralya 1894-1938 100,000 719,000
Savimbi Angola 1975-2002 400,000

B.Mussolini Etiyopya-Yug 1936 300,000

B.Mussolini Danimarka 1945 250,000 250,000
Mobutu Seko Zaire 1965-97 200,000 250,000
Charley Taylor Liberya 1989-96 220,000

Foday Sankoh Si.Leone 1991-2000 200,000

S.Milosevic Yugoslavya 1992-96 180,000

Michel Mic. Burundi 1972 150,000

Almanya Namibya 1891 15,000 102,000
Papa Doc Duv. Haiti 1957-71 60,000

Marcos Filipinler
50,000

Hissene Habre Cad 1982-90 40,000

Vladimir Lenin Rusya 1917-20 30,000

Francisco Fran. Ispanya
30,000

Khomeini Iran 1979-89 20,000

Eski Yugos. Bosna-Hersek 1995 45,000 7,500
Paul Koroma Si.Leone 1997 6,000

Augusto Pinoc. Chile 1973 3,000

Efrain R. Montt Guatemala
80,000 2,000

K.K.Cum. 1912-74 25,000 1,100

Yunanistan 1923-90 400,000


Bulgaristan 1970-89 360,000