Cevat Şakir "bana ne" demez, tarihî eserlerin de peşine düşer. Misal, İngilizler tarafından çalınan ve British Museum'da sergilenen Mausoleum için Kraliçe'ye bir mektup yazar. Tesirli olsun diye "o, ancak Arşipel (Akdeniz) mavisinin önüne yakışır" gibi bir cümle kullanır. Tesir tamam da cevap alaycıdır. " Mausoleum'u iade etmemiz mümkün değil, lakin içiniz rahat olsun, salonu Arşipel mavisine boyatacağız ! "
Halikarnas Balıkçısının Hayat Hikayesi....
Yazdığı hikâyeden dolayı Bodrum'a sürülen Cevat Şakir Çine'de 6 gün kalır ve üzerinde "Allah'a emanet" yazan bir hurda ile Muğla'ya yollanır. Minare merdivenini andıran yollardan, eşkıyanın devlet postası soyduğu karanlık vadilerden geçer, Vilayete varırlar. Muğla'da onu bir Jandarma subayı esir alır, zira Komutan Bey o günlerde şehre gelen tiyatro kumpanyasındaki kadın oyuncuya abayı yakmıştır. Mademki mahkum ünlü bir ediptir, oturup aşk mektupları yazmalıdır.
Bir, iki, üç, beş... Cevat Şakir'i onbeş gün eli altında tutar, yaz babam yaz...
Nihayet sıkıntıdan patlar bir mektup da valiye yollar. Yollar da yanık âşığın elinden yırtar.
Vali Bey Bodrum kaymakamına hitaben bir emirname kaleme alır ve "mücavir alan içinde serbest bırakılsın" der, "kasabada dilediği gibi dolansın. Yalnız dikkat edin denize açılmaya."
Hürriyet budur işte, ohh ne ala, ne ala. Zincir hücre yoktur, başka ne arzular.
Günler sonra bir araba bulur Milas'a varırlar, Milas'taki subay Büyükada'dan tanıdığı çıkar, gönlünce gezer tozar.
Yolsuz kasaba
Bodrum'un henüz yolu yoktur. Onu postacı Mustafa'nın yanına katar, bindiği atın kabasına bir şaplak vururlar. Büyük İskender'in savaş arabalarından beri (2300 yıldır) tekerlek dönmeyen coğrafyada ilerlemeye başlarlar.
At yolculuğu çok sarsar. Gönlünün rızası ile iner, kendisini çıtkırıldım kalem efendisi sananlara inad tempolu bir yürüyüş tutturur. Mis gibi reyhan, kekik kokan havayı içine çeker, ciğerleri bayram yapar.
Derken rüzgar serinler, Cevat Şakir henüz görmeden denize yaklaştığını anlar. Bir tepeyi aşmışlardır ki Bodrum ansızın karşılarına çıkar. Şırrrakgurrrr...
Masmavi bir gürleyiş... Dalgalar...
Akşamın cividinde koyulaşan deniz.
Binlerce mil uzanan heybet, burunlar, koylar... Meltem, buğu, koku... Güya hapis... Keyfe bak...
Rüzgar gitgide ıslanır, ufak ufak tuzlanır, saçlarının arasında dolanır, yüzünü gözünü okşar.
Düğmelerini açar ve koşar.
Koşar, deniz kabuklarına, çakıllara varıncaya kadar.
Ak köpüklere ulaşınca durur, parmaklarını yosunlu kumlara daldırır, avuç avuç başına çalar.
Dalgalar "hummmm" diye vurur, "fıss fısss" ede ede çekilip kaybolurlar.
Çocukluğundan beri ilk defa ağlar. Hıçkıra hıçkıra ağlar.
Ne büyüksün ya Rabbi... Şükran!
Aylar süren bir yolculuktan sonra nihayet, Bodrum'a vasıl olurlar.
Şirin bir kaza.
Daracık daracık sokaklar, camlarda teneke teneke fesleğen, karanfiller, şebboylar. Hani öyle iki dükkan bir fırın da değildir, çarşısı insan kaynar.
Meyve, sebze, balık... Tezgahlardan bereket taşar.
Hoş bu güzellik içinde insan sadece ekmek ve su ile yaşar.
Bodrum'da onu jandarmaya teslim ederler, jandarma da kaymakama.
Kaymakam Muğla valisinin yazdığı cümleyi tekrarlar. "Buyrun serbestsiniz, malum hudutlar arasında".
Halbuki Müddeiumumi (savcı) "kalebend" ifadesine takılır, kale yıkık olduğuna göre reyi kodese kapatılmasından yanadır.
Neyse ki Kaymakam işi tatlıya bağlar, böyle bir şey vuku bulmaz. Hatta dahasını da yapar; önüne düşer ona deniz kenarında, tertemiz, kutu gibi, ak kireçli, bahçeli, asma gölgeli, kuyusu olan dört odalı bir ev tutar. Ev sahibi 25 deyince Cevat Şakir hiiiç itiraz etmez 25 lirayı avucuna tokalar.
Kaymakam "ne yapıyorsun sen" der, bu diyarda kira 25 kuruştur, çok çok 30 olsun, o kadar.
Ayıp olmasın diye 6 aylık peşin verir de içi rahatlar.
Taaa Üsküdar'dan beri sürüklemeye çalıştığı ağır mahkumiyet yükü omzundan kalkar, âdeta kuşları uçar.
Gider manifaturacıdan birkaç metre memmerşahi kestirir, kendine bir cibinlik çakar. Bavulunu kenara atar, şiltesini yayar.
Kuş böcek sesleri içinde uykuya dalar.
Sabah renkler belirginleşir, portakal ağaçları zeytinler, mercan kırmızısı bir desti, denizde yol yol lekeler, zümrütvariler, leylakiler, karanlık morlar.
Mavi mavi masmavi
Gün masmavi bir nur gibidir, öyle mavidir ki ışık iliklerine işler, gölgesini bile maviye boyar. Saydamlaşıyor mudur acaba?
Halk kul hakkından korkar. Kimse kapı kilitlemez ve kimse hırsızlık yapmaz.
Bodrumlular yazar deyince ak saçlı, bükük belli bir ihtiyar beklerler, henüz 35'lik genci görünce çok şaşarlar.
O da onlara şaşar, bütün gün kahvede oturup, tavla, iskambil, domino oynayanları anlayamaz.
Sorar "ne yapıyorsunuz böyle?"
- Vakit öldürüyoruz.
İnsanın ömrü öldürdüğü vakitlerden ibarettir oysa... Bunun adı şu olabilir: Ufak ufak intihar.
Bıkkın bezgin insanlar... Hepsinin ağzında aynı şikâyet: "Burada hayat mı var?"
Var ya, şu güzelim beldede neler yapılmaz?
İlk işi demirciden orfos için kancalar dövdürüp, camideki yaşlıları dağıtmak olur. Tın tın bastonlarına yaslanan kafile, kale ardında olta atar. Bekledikleri kadar balık tutamasalar da bundan hoşlanır, artık bir işe yaradıklarına inanırlar.
Tarihî belde
Bodrum, milad öncesinden kalma bir kenttir, Halikarnas Kraliçesi Artemisya zamanında hayli mamur ve güçlüdür, öyle ki surlarını İskender bile aşamaz. Sen Jan Şövalyeleri, Haçlılar derken Türklerin eline geçer. Dedelerimiz hilalli bayrağı burca asarlar.
Cihan harbinde Fransızlar Bodrum kalesinde cephane olduğunu sanır, Dupleix kruvazörünü yollarlar. Topçu binbaşısı bebek gibi masum masum uyuyan şirin beldeye kıyamaz "şimdi biz burayı mı bombalayacağız" diye sorar.
Komutan kasabadaki jandarma çavuşuna "kaleyi yoklayacağız" diye haber yollar. Çavuş "ne haddinize" diye gürler ve direniş başlar.
Çiftesini çakmaklısını kapan koşar. Turgut Reis'in torunları (o da Bodrumludur malum) Limana gönderilen filikadakileri yakalar, gemiyi yaylım ateşine tutarlar.
Dupleix kruvazörü 24 santimlik toplarını gürlete gürlete kaçar, bu arada antik kaleyi yıkar atar.
Bodrumlular esirlere itina ile bakarlar. Yaşlı teyzeler "bunlar da ana kuzusu" der, oturup katmer yaparlar...
***
Sürgün gelip Bodrum'a meftun olan Cevat Şakir, hanımını ve oğlunu (Sina'yı) da getirtir, zamanla ahaliyle kaynaşır, sırdaş olurlar. Gün geçmesin ki biri kapılarını çalmaya, derdini söylemeye, içini açmaya... Bilirler ki anlattıkları bu kapıdan dışarı çıkmaz.
Pembe sabahlar, mavi öğleler, altın ikindiler, menkeşe akşamlar diyarı hayli bereketlidir, bir domates fidesi 5-6 yıl yaşar, yükselip çardakları sarar.
Yaseminler yıldızlar gibi açar, şebboylar şelale gibi akar.
Mandalin, hurma, portakal...
İnsanlar kilolu değildir, çocukların yanaklarını sıksan kan çıkar.
İyi de tam kasabaya alışmışken İstiklal Mahkemesi huzurlarına çomak sokar: "Affedildin! Git cezanı İstanbul'da tamamla!"
Nerden çıkmıştır şimdi bu, hem İstanbul'da serbest kalacak değildir ya.
İster istemez hazırlanır, ilk vapurla yola çıkar.
Bodrumlular uğurlamaya gelir, İstanbuldaki hemşehrilerine küp küp zeytin, sepet sepet yemiş (kuru incir) yollarlar. Denkler, kasalar, bidonlar...
Ve yeniden demirparmaklıklar...
Karakol, müdüriyet, evraklar, mühürler, imzalar...
İyilik mi bu?
Resmen içeride kalır, emanet yiyecekleri bile dağıtamaz.
O da İstiklal Mahkemesine bir telgraf çeker "cezama razıyım" der, "lütfen lütuf göstermeyin bana!"
Karar çıkmıştır bir kere, dönüş olmaz. Ancak bu telgraf ile bürokrasi hızlanır, anasının evinde kalmasına razı olurlar.
İki yıl sürgün gibi geçer. O kış İstanbul'da havalar nasıl da soğuktur anlatılamaz. Gök kurşuni bir renge bürünür, yağar da yağar. İstiklal Mahkemesinde yargılanan bir adam "vatan haini" sayıldığı için eski dostlar yol değiştirir, yüzüne bile bakmazlar.
Karışık bir devirdir vesselam, öyle ya millet mimlenmekten fişlenmekten korkar.
Haydi, onları anlar da, hakkında atıp tutanlar olmasa...
Ne tercüme, ne yazı, ne resim işi... Günleri bomboş akar.
Hasrete bakın gider Büyük Postanedeki "Akdeniz" yazan kutunun önünde pinekler. Ağlar da ağlar.
Bu arada büyük bir hevesle balık malzemeleri, misinalar, iğneler, zıpkınlar, paraketalar alır, tarım hayvancılık kitapları ısmarlar. Sağdan soldan tohum toplar. Hatta Büyükada'da ağaç üzerinde gördüğü palmiye tohumlarını araklarken başına iş açar. Birden etrafı sarılır, zaptiyeler, korumalar... Nereden bilsin ki o köşkte Rus ihtilalinin beş liderinden biri olan Troçki'yi ağırlamaktadırlar.
Neyse zor da olsa günü dolar.
Polis müdüriyetine gider, hikayeyi baştan anlatıp "Şimdi Bodrum'a gidebilir miyim" diye sorar. Müdür "dairede mahkumiyetinize dair bir evrak yok" der, "serbestsiniz, eğer isteseniz iki yıl evvel de gidebilirdiniz."
Hayda!..
Ertesi gün bacası sigara böreğine benzeyen bir vapura atlar, sağ salim Bodrum'a ulaşırlar. Bu kez hazırlıklıdır, tohumları seve okşaya gömer, can suyu verip Allah'a ısmarlar. Nasıl da büyürler anlatılamaz, ortalık zeytin, palmiye, anber, okaliptüs dolar. Kız çocuklarının kara saçlarında kendi çiçeklerini (mimozaları) görünce içi içine sığmaz.
Cepleri dizine uzanır, her birinde kiloyla tohum taşır. Bodruma bakan yamaçları didik didik dider, her köşeye bir tohum atar.
Malzeme bitince çevreci derneklerle yazışır, Brezilya ve Sicilya'dan çağrısına karşılık alır.
Tekrar dağa bayıra vurur, çukur eşer, tohumları funda toprağı ile örtüp beklemeye başlar. Düşünebiliyor musunuz pire kadar tohumdan 35 mekrelik ağaçlar çıkar. (Şimdi çatır çatır yaktıklarımız, kesip bar disco yaptıklarımız onlar olmalılar)
Geceleri rüyasında kendini general gibi görür. Arkasında, yüz binlerce ağaç. Kökleri üzerine kalkmış, ilerliyorlar! Mikroplara vitamin ve ışık bombaları ile karşı koyuyor, portakal, greyfurt atıyorlar."
Denizle iç içe
Gün batarken küpeşteleri alev alev yanan baltabaş ve kemanbaş tekneler arz-ı endam eder, ağır ağır sallanırlar.
Cevat Şakir de özenir, bir sandal alıp deryaya açılır. Yelkeni mendil kadardır ama en iri balıkları o yakalar. Tuttuklarını önüne çıkana dağıtır ki özensinler, onlar dahi denize çıksınlar. Ufacık çocuklara olta atmasını, halat tutmasını öğretir, derya sevgisi aşılar. Bunların vücudları gözle görülürcesine oturur, omuzları genişler, pazuları kalınlaşır, yaman birer delikanlı olurlar.
Derken "Yatağan" denilen kartal burunlu bir tirhandil alır ki zelzele olduğu günlerde ailecek teknede kalırlar.
Bodrumlular eskiden beri sünger avlar ama para kazanamazlar. Cevat Şakir Kooperatifler kurar, yurt dışında pazar bulup önlerini açar.
Keyfi yerindedir ancak çocukların okul çağı gelince şehre göçmek zorunda kalırlar. Zira o yıllarda Bodrum'da mektep medrese bulunmaz.
Yakın olsun diye İzmir'e taşınan (1947) Cevat Şakir, hayatını gazetecilik ve turist rehberliğiyle kazanmaya başlar.
Fransızca, İngilizce, İtalyanca, İspanyolca ve Yunanca'yı iyi bilir. Değme mihmandarlar aşık atamaz onunla. Anlatmayı sever, para pul kimin umurunda...
Guletle Mavi yolculuk fikri de yine ondan çıkar. Şimdiki gibi lüks değil ama. Yanlarına sadece su, peynir, İstanköy peksimeti ve tütün alırlar. Gazete okumaz, radyo dinlemez tabiri caizse dünyadan koparlar. Haftalarca denizde kalır sadece acil ihtiyaçlar için karaya çıkarlar.
Mirasın peşinde
Cevat Şakir "bana ne" demez, tarihî eserlerin de peşine düşer. Misal, İngilizler tarafından çalınan ve British Museum'da sergilenen Mausoleum için Kraliçe'ye bir mektup yazar. Tesirli olsun diye "o, ancak Arşipel (Akdeniz) mavisinin önüne yakışır" gibi bir cümle kullanır.
Tesir tamam da cevap alaycıdır.
"Mausoleum'u iade etmemiz mümkün değil, lakin içiniz rahat olsun, salonu Arşipel mavisine boyatacağız!"
Otuzlu yıllarda (ve ellilerde) Avrupa özentilerinin İstanbul'da cami, hamam, sebil, çeşme yıkarak açtıkları yollar, yaptıkları köşeli binalar canını çok sıkar. "Burnuma leş gibi taklit kokusu geliyor" der "içim bulanıyor."
13 Ekim 1973'te İzmir'de vefat eder. Vasiyeti icabı onu Bodrum Kümbet'te bir tepe üzerinde toprağa bırakırlar.